Haberler, Kitaplarımız, Kültür Sanat|

Önsöz

Gelenekten Geleceğe Yürüyen Tüm Yol Arkadaşlarına Atfen; Meci…

Ercüment Şahin Çervatoğlu

 

Kelimeyi ifade ederken nabzım ve kan dolaşım hızı artıyor. Halkın olanı halka vermenin sihirli sözü. Kimsenin ötekileştirilmeyerek üretim içerisinde yönetim kültünü yıkabilmenin temeli olan sözcük. Horon halkası gibi horona giren oldukça daha çok alanı kaplıyor ve ortalıklarımızın çoğaldığını görüyoruz. Meci’de ben yok dedik biz varız. Kişisel işler değil toplumsal çözümler var. Tüm çalışmalarımızı Meci anlayışıyla yürütmeye ve bu anlayışı toplumsallaştırarak geliştirmeye çalışmak var.

Meci anlayışını hayata geçirmek için nefes alan ve kolektif anlayışı büyüten her birinize duyduğum derin minnet ve saygıyla doluyum. Siz, Fındıklı halkı, Meci’nin gerçek anlamını tüm dünyaya gösterdiniz. Bu kitap, sadece ortak başarılarımızın bir ifadesi değil; aynı zamanda sizin ruhunuz ve kolektif gücünüzün yansımasıdır.

Meci; karşılık beklemeden insanlık adına doğamız yararına insanlığa hizmet edebilmektir. Yolculuğumuz, yalnızca bireysel kararlar veya eylemler hakkında değil, topluluk gücü, paylaşılan sorumluluklar ve ortak çabalarımız hakkındadır.

Bu kitabı hazırlayan ise büyük emek ve değer vermiş hepimize.

Yazar Dr. Metehan Cömert, bu kitapla bize, toplumumuzdaki Meci ruhunu ve Fındıklı’nın ilerlemesini anlamamızı sağladı. Onun titiz araştırması ve kalemi, bu önemli çalışmanın oluşumunda kilit bir rol oynadı. Kitabın prestijli Critical Sociology dergisinde kabul görmesi, Metehan’ın çalışmasının değerini ve önemini uluslararası düzeyde taşıyor. Bu başarı için Metehan’a minnettarız.

Halk çalışmalarımızdan çevresel sürdürülebilirlik girişimlerimize kadar, elde ettiğimiz ilerleme, sizin sıkı çalışmanızın, katılım isteğinizin ve topluluğumuza olan adanmışlığınızın doğrudan bir sonucudur. Meci ruhu, bu sayfalara hayat verir ve Fındıklı’yı toplumsal uyum ve ilerlemenin bir örneği haline getirir.

Bu benim hikayem değil. Bu bizim hikayemiz. Genç ve yaşlıların, çiftçilerin, zanaatkarların, öğrencilerin, yoksulun, varsılın, gencin, kadınların ve Fındıklı’yı evi olarak adlandıran herkesin hikayesi. Meci hikayesi, paylaşılan deneyimlerimiz ve başarılarımız aracılığıyla anlatılır.

Bu yüzden, bu kitabın bölümlerine dalarken, bu kitabın sizin ve topluluğumuza olan sarsılmaz bağlılığınızın bir kutlaması olduğunu bilin. Bu yolculuğun bir parçası olmaktan minnettarım ve Meci ruhu içinde sizinle birlikte bu topluluğa hizmet etmeye devam etmeyi dört gözle bekliyorum.

Sonuç olarak Meci anlayışını yönetim anlayışı olarak benimseyerek tüm çalışmalarımızı bu çerçevede sürdüreceğiz.

Bize birlikte neler başarabileceğimizi gösterdiğiniz için teşekkür ederim, Fındıklı. Ayrıca bu kitabı oluşturan yazarımız Dr. Metehan Cömert dostumuza Fındıklı halkı olarak bir kez daha çok teşekkür ederim.

Kitabın basımında, MECİ dayanışması örneği gösterip bizi destekleyen çok kıymetli abim Şişli Belediye Başkanı Muammer Keskin ve basım organizasyonunu yapan Katılımcı Söz Ekibine de en içten sevgilerimi  belirtmek isterim.

 

Önsöz

Toplumsal Umutsuzluk Zamanlarında Meciyi Anımsamak

Metehan Cömert

 

“Çocuklar, kadınlar uykulu, yaşlılar bıkkın, delikanlılar, orta yaşlılar terli, yorgun, doğan güne karşı ıslak toprağa çökmüş oturmuşlar. Başları yerde, yüzleri kederli ve umutsuz. Eğik başlar kımıldamıyor, hiçbir yöne bakmıyorlar. Havada utanç gibi bir şey var. Başlarını kaldırsalar birbirlerinin yüzüne bakacaklar diye ödleri kopuyor. Çıt da çıkmıyor, çiçekten çiçeğe, yapraktan yaprağa uçup duran arıların vızıltısından başka ses yok ortalıkta”.1 Bir büyük insan, Yaşar Kemal, İnce Memed’in satır aralarında ‘şimdi’nin insanlık çıkmazından bahseder gibidir: “Umut edecek hiçbir şey yoktu”.2 İçinde yaşadığımız toplumsal umutsuzluk zamanları, bir tür “kolektif uyuşukluk ve çaresizlik” halinin kaçınılmazlığına teslim eder düşünsel dünyamızı. Toplum, “umut edememenin boşluğundadır”.3 Felix Guattari ve Antonio Negri, içinde bulunduğumuz insanlık durumuna ilişkin benzer uzun bir sorgulamaya girişir: “Neden gündelik yaşam nefret ve korkuyla titriyor? Şu an sahip olduğumuz şey, savunmasızlaştıran, korkunç bir dehşet ile her akla sızan, aşkın ama gerçekte insan yapımı bir korkudur. Aslında, umudun kendisi, bu umutsuz, şanssız, gri dünyayı terk etmiştir. Yaşam, keyifsizliğin de ötesinde, anlamsızlık batağından çıkmak için hiçbir şansı olmaksızın, mutsuzluğa, sıkıntıya ve monotonluğa gömülüyor. İletişim -konuşma, söyleşi, şaka, hatta komplo- kitle iletişim araçlarının ‘söylemi’ tarafından tümüyle kuşatılmış durumda. Kişiler arası ilişkiler de aynı şekilde bozulmuş halde ve artık kayıtsızlık, ikiyüzlü bir tiksinti ve kendinden nefret etme ile tanımlanmakta -tek bir cümleyle, hepimiz samimiyetsizlik illetine tutulduk”.4 Aşkın bir ideal peşine düştüğümüz ve hatta hiçbir yere çıkmasa da yolun yalnızca kendisinin de bir anlam ifade ettiği bir ‘büyük anlatı’ya henüz varmadan, sıradan ve olağanın, gündelik yaşamın içine düştüğü bir korkunun ifadesidir Guattari ve Negri’nin sözleri. Her akla sızmıştır ve kişinin kendi dünyasından taşarak toplumsal yaşantıya nüfuz eden umutsuzluk anlarının yaşamı sürekli bir anlamsızlık üzerinden her yeni günde tekrardan üretmesidir. Guattari ve Negri, bir özgürleşme projesine doğru ilerlerken acımasız tespitlerden hareket etmek zorunda hisseder: “[b]irey yalıtılmış bir çaresizliğe gömüldükçe, dünyadaki bütün kurulu değerler çöker. Korku, acizliği ve her türlü felci doğurur”.5 ‘İnsanlık çıkmazı’ olarak tahayyül ettiğimiz, kişinin dünyasını aşan ve toplumun genel haline sirayet eden yaygın korkunun ‘şimdi’yi ve ‘gelecekteki belirsiz olanı’ ele geçirdiğini iddia ediyoruz. Taşra’ya Bakmak’ta Tanıl Bora, dünyanın her köşesinin birbirine benzediğini iddiasına sarılıyor. Bu iddia genişletebilir, insanların düşünüş şekilleri, birbirleri ile kurdukları ilişkiler ve hatta belli belirsiz hissettikleri, kendilerine ait olduğunu düşündükleri duygular da giderek benzeşiyor. Yalnızca ticari işlerde değil ilişkilerde de ‘hesabını kitabını iyi yapan’, ‘bu işten benim çıkarım ne olacak?’ sorusunu heybesinden eksik etmeyen, ‘karşılık beklemeden iş görmeyi anlayamayan ve hatta karşılıksız iyiliğin bile altında bir tür rasyonel mantık ilkesi bulmayı amaç edinmiş bir insan tarifinin gündelik hayatın en olağan alanlarına dahi sızdığı ve bunun ‘nesnel gerçeklik’ olarak sunulduğu bir ‘şimdiki zaman’ içerisinde yaşıyoruz. Şimdiki zamanın sonsuza dek sürmeyeceğine dair ufak bir ipucu arayışındayız ancak insanlık çıkmazının zamanın bir anında başka türlü bir şeye evrilebileceğine dair ümit giderek belirsizleşiyor ve ‘devrim rüyası’nın -hatta herhangi bir şeyi değiştirme fikrinin- imkansız olduğu gülünç kahkahalarla hatırlatılıyor. Kamu alem sizi daimi bir şekilde hizaya sokuyor ve insan, elinden pek de bir şey gelmeden defalarca kez kat edilmiş tekdüzeliğin yolundan gidiyor. Tanıl Bora’nın, Mustafa Kutlu’dan yaptığı alıntı bu aynı biçimliliğin sade bir eleştirisini sunar: “[b]ütün kıyı, fotokopi edilmiş gibi birbirinin aynı manzaraları taşıyor. Bayağı ve basmakalıp. Oysa bir Ünye ile bir Tirebolu’nun, hele hele Trabzon’un denizle kucaklaşması birbirine benzer miydi?”6

Bireyin ve toplumun ufkunun karardığı bu zamanlarda, olağan tepkinin boyutu da radikal bir dönüşüme uğrar. Edilgen bir bekleyiş umut olarak kavranır ancak takatsiz ve müphem bir ümittir bu. Ahmet Çiğdem, taşrayı bir kasvet hali olarak betimlediği sosyolojik denemesinde “herkesi Zebercet hayatına mahkum etmek”ten bahseder: “ne ölüyüm, ne sağım”.7 Düşünsel dünyayı felç eden ve eylemsel alana olanak tanımayan bu ortak his, kapitalist gerçekçilik ve serbest piyasaya olan sarsılmaz inanç ile doruğa ulaşır. Gerçekliğin muhtemel tüm alanları şimdiden işgal edilmiş, gelecekteki zamana dair belirsiz inanç sönümlenmiş ve ele geçirilmiştir.

Mark Fisher, Kapitalist Gerçekçilik: Başka Alternatif Yok mu? kitabının son cümlelerinde benzer bir umutsuzluk durumunu tespit ederek kapitalist gerçekçiliğin uzun karanlık gecesine meydan okuyor: “[t]arihin sonunun uzun karanlık gecesinin muazzam bir fırsat olarak yakalanması gerekiyor. Kapitalist gerçekçiliğin baskıcı yayılganlığının ta kendisi, alternatif siyasal ve ekonomik olanaklarının hafif ışıklarının bile, oransız ölçüde büyük bir etkiye sahip olabileceği anlamına geliyor. En küçük olay, kapitalist gerçekçilik döneminin olanaklar ufkuna damgasını basan gri tepki perdesinde bir delik açabilir”.8 Fisher’in “hiçbir şeyin olamayacağı bir durumdan ansızın yine her şeyin mümkün olduğu bir yere doğru” diyerek anlatmak istediği, umutsuzluğu keskin bir inanca dönüştüren ifadenin arkasından gidiyoruz. Bu metnin mütevazı bir amacı vardır ve ilhamını bireysel ve toplumsal umutsuzluk zamanlarında “her şeyin mümkün olduğu” iddiasından almaktadır. Hardt ve Negri, bu iddiayı “bozkırı tutuşturacak olan kıvılcım” olarak ele alıyor.9 Biz de gecenin en karanlık anında yakılan bir ateşin -ufak bir mum ışığının ya da küçük bir çakmağın- yarattığı etkinin heybetine dair iyimser tahayyülü somutlaştırarak, “ortaklaşa bir umut ilkesi”10 icat etmenin peşine düşüyoruz. Tahayyül dünyamızı kuşatan tüm düşünüş şekillerinin karşısına tekil insanın ve kolektif iradenin özgürleştirici doğasını koyuyoruz. Yaşar Kemal’in insan muhayyilesinin genişliğine yaptığı övgüyü hatırlatıyor ve sıradan görülendeki özgürleştirici ufuklara kucak açıyoruz: “[g]örüş sahası ne kadar dar olursa olsun, insan muhayyilesi geniştir. Değirmenoluk köyünden başka hiçbir yere çıkmamış bir insanın bile geniş bir hayal dünyası mevcuttur. Yıldızların ötelerine kadar uzanabilir. Hiçbir yer bulamazsa Kaf dağının arkasına kadar gider. O da olmazsa, düşlerinde yaşadığı yer başkalaşır. Cennetleşir. Şimdi, şu anda düşler veryansın ediyordur, uykuların altında. Şu fıkara, şu kahırlı Değirmenoluk köyünde, değişmiş dünyalar yaşanıyordur.”11

Okuyacağınız bu metnin hikayesi, 2019 yılında Rize ilinin Fındıklı ilçesine yaptığım uzun bir yolculuğa dayanmaktadır. Doktora tezini yazmaya henüz başladığım dönemlerde, sürdürdüğüm teorik ve kuramsal tartışmaları -sürekli kendini üreten bir şekilde- “gerçek hayattan kopukluk” ile itham etmekte iken, ilhamını gündelik hayatın gerçekliğinden alan bir metin yazma fikri belli belirsiz aklımda somut bir şeylere bağlanmayı beklemekteydi. Tezin inceleme nesnelerini temelde ‘devlet fikrinin katılığı’, ‘verginin toplumsallığı’, ‘müşterekler’ ve ‘armağan’ fikirleri etrafında kurgulamıştım ancak düşünsel bir çepere takılmış olduğumu hissediyordum. Bağlı bulunduğum bölüm olan ‘maliye’nin Türkiye akademisindeki katı duvarlarında gedik açmanın teorik ifadesini aramaya koyulmuştum. O zamanlar yüce bir iddia gibi gelmişti ancak sonraları gerçek yaşamın bambaşka şekillerde ve kendi halinde devam ettiğini anlamam uzun sürmemişti. Belli belirsiz bir “mutlak bir yalnızlık”12 motivasyonu ile sosyal bilimler geleneğine katkı sağlamayı umuyordum yine de. Dört-beş yıldır devam eden akademik arayışım ve onun formel dışa vurumu olan ‘araştırma görevliliği’ boyunca, yapmaya gayret ettiklerim ‘betimsel’ olarak görüldü ve hala ne anlama geldiğini kavrayamadığım bir şekilde ‘sözel’ çalıştığım söylendi. Bir doğa kanunu arayışına hiç çıkmamıştım halbuki. Herhangi iki olgu arasında matematiksel bir nedenselliğin peşine düşmemiştim. İnsan doğasına ilişkin bir fizik yasasına benzer bir iddiam olmamıştı. İnsan düşüncesini tutarlı bir bütünlük oluşturamayacak kadar parçalı ve yeknesaklıktan uzak olarak görüyordum.

Hayatı boyunca Rize’ye hiç gitmemiş biri olarak, Doğu Karadeniz’in illerine doğru Ezgi ile çıktığım yolculuğun sonunda birkaç günlüğüne Fındıklı’da kalmaya karar verdim. Bu karar, ‘çalışma nesnesini arayan idealist bir bilim insanı’nın çıktığı bir yolculuğun sonunda verilmiş değildi. Yolculuğun son iki gününde, daimi durağımız gibi görünen eve, Ankara’ya dönerken Fındıklı’da, bir dağ köyünde (Sulak Köyü) iki yüz yıllık bir baba konağının tekrardan yapılmasıyla oluşturulan bir pansiyonda konakladık. İsimlerini vermemde sanırım bir sakınca yok, ailenin iki çocuğu, Evrim ve Özgün, birlikte inşa etmişlerdi dededen kalma bu yadigarı. Büyük anlatılardan uzakta, spiritüel bir yolculuğun bıraktığı iz olarak bahsetmeyeceğim bu kısa yolculuktan. Gayet gerçek hayatın olağan akışında gördüğüm somut, elle tutulur anlardan oluşan, ilçede tanışıklık ettiğimiz insanların söylemleriyle ete kemiğe bürünen sıradan pratikler bütünü olarak tasvir edebilirim geçirdiğim iki günü.

Fındıklı’nın tanıklık ettiği dönüşümün öncül işaretlerine dair bir iki gazete haberini okuduğumu anımsıyorum. Yeni seçilen ve sosyalist gelenekten gelen bir belediye başkanı, muhafazakar ve milliyetçi sağın değişmez kalesi olarak görülen Rize’nin Artvin sınırına yakın bir ilçesinde, yirmi küsur yıllık aranın ardından yerel seçimde yaklaşık yüzde altmış oy alarak seçilmişti. Yeni seçilen belediye başkanı, Ercüment Çervatoğlu, seçimden dört gün sonra, makam odasının kapısını halkla beraber sökerek kapıyı emanete teslim etmiş ve halk ile konuşmanın bir makam etrafında olamayacağı iddiasını paylaşmıştı. Bu söylem ve pratik, evvelce de tanıklık edilmiş ilerici bir siyaset tarzıydı aslında. Kendi açımdan meseleyi merak uyandırıcı kılan ise, yeni seçilen belediye başkanının bölgenin kadim kültürü ‘meci’ etrafında şekillenen bir siyaset biçimini rehber edineceğini toplumla paylaşması ve sık sık ‘toplumsallık’ etrafında ördüğü söylemler bütünüydü. “Tulum şiştikten sonra horon genişler, horona katılan oldukça çember genişler” sanırım bu siyaset arayışının en berrak anlatımıdır. Bu bağlamda okuyacağınız bu metin, ortak çalışmaya dayalı ‘karşılıksız ve gönüllü olma’ ilkeleri etrafına kurulmuş dayanışma temelli kadim meci kültürünü odağına yer almakta ve meci kültürünün seçimler ile birlikte yenilenen politik içeriğini ve toplumsal yansımalarını konu edilmektedir.

Bu kitap, gerçeği görmek isteyen öznel bir bakış açısıyla ve özgürce yazılmıştır. Bu doğrultuda, 2019 yerel seçimlerinde sosyalist bir figürün belediye başkanı seçilmesi ile başlayan toplumsal ve siyasal dönüşümün izini sürmek üzere Rize ilinin Fındıklı ilçesinde yapılan saha araştırmasından kesitler sunmaktadır. Metin ilkin alan çalışmasına ilişkin bilgileri paylaştıktan sonra meci kültürünün kavramsal içeriğini ve tarihsel dönüşümünü ele almaktadır. Bu çalışma, pek çok açıdan meciyi toplumsal bir hareket olarak kavrar ancak insan eyleminin sınırlandırılamaz doğasına da övgüde bulunur. Bu amaçla, meciyi ilk önce ‘ortak varoluş’ teması üzerinden farklı bir toplumsallık iddiası ile anlamaya çalışıyoruz ve daha sonra ‘armağan’ kategorisi üzerinden kuramsal bir arayışın teorik ifadesi haline getiriyoruz. Sonrasında ise meciyi başka türlü düşünmeye olanak tanımayan, herhangi bir düşünceyi imkansız kılmak üzerine kurgulanan ‘umutsuzluk mekanizması’ndan kurtararak otonom bir fikir etrafında tartışmaya açıyoruz.13

Bu çalışmadaki bölümlere ilişkin son birkaç not daha… Öncelikle kitabın başlığını düşünürken hem Hardt ve Negri’ye ait Ortak Zenginlik’ten hem de Graeber’ın Anarşist Bir Antropolojiden Parçalar’ından esinlendiğimi belirtmek isterim. “Eskinin kabuğunda yeni bir düzen” fikrinin meci kültürünün anlamlı bir ifadesi olduğunu düşünüyorum. Ayrıca, kültüre yapılan vurguyu görünür kılmak için metin boyunca meciyi italik bir biçimde yazdım. Kitapta yer alan altıncı bölüme kadar olan kısım, 2023 yılının ilk ayında tamamladığım ve İngilizce yazdığım doktora tezinin meci üzerine kurguladığım bölümünün genişletilerek gözden geçirilmiş halidir. “Gündelik Hayatın Gediklerinde ‘Otonom’u Aramak” başlıklı kısım ise 17. Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi’nde sunduğum bildirinin tam metnidir. Fındıklı halkına verebileceğim umutlu bir haber ise meci kültürü üzerine yazdığım “Challenging capitalism begins in everyday lives: the culture of meci, the gift, and the commons” (Kapitalizme meydan okumak gündelik yaşamda başlar: meci kültürü, armağan ve müşterekler) başlıklı makalenin Critical Sociology dergisinde kabul alması… Makaleyi yazmama iten temel neden gelecekte bir gün dünyanın herhangi bir yerinden birilerinin Fındıklı halkı ve meci üzerine yazılmış bilimsel bir metne ulaşabilmesi idi. Umarım okunur.

Değerli okuyucu, elinize geçecek olan bu metinde yalnızca alan çalışmasından edinilmiş bilgiler değil, zihni kurcalayan bir dizi düşünce ve iyimser bir geleceğe yönelik küçük çaplı manifestolar da yer almaktadır. Bu açıdan, metin boyunca yalnızca şimdiki anı yakalayan bir tasvirden öte imkan haritasının sınırlarına karşı çıkan ve alternatif bir geleceğe duyulan özlem ve övgü ile de karşılaşacaksınız.

Son olarak, bu metnin kitap olarak basılması teklifinde bulunan ve süreç boyunca yardımlarını eksik etmeyen Ercüment Abi’ye dostça teşekkürlerimi sunarım. Alan çalışması boyunca desteklerini her daim hissettiğim Evrim, Özgün, Güneş, Yakup, Şükran Y., Osman Y., Yenel K., Nurdoğan B., Refika K., Özlem Ş., Avni H., Korhan, Bilge abla, Orhan abi ve Elif Karaçimen’in emekleri karşısında saygıyla eğiliyorum. Ayrıca teknik detaylarla ilgilenen Şendoğan Bey’e teşekkür ederim. Mecinin farklı biçimlerde izahını yapmaya çalışan bu çalışma, Fındıklı halkının affına sığınarak Fındıklı halkına adanmıştır ve artık ‘kamu’ya aittir.

 

  1. Yaşar Kemal, İnce Memed 2, Yapı Kredi Yayınları, 2004, s. 41.
  2. A.g.e., s. 273.

  3. A.g.e., s. 273.

  4. Negri, Antonio, ve Felix Guattari, Bizim Gibi Komünistler, çev. İlkay Sümer, Mustafa Erata, Barış Özçorlu. Otonom Yayıncılık, İstanbul, 2006, s. 12.

  5. A.g.e., s. 12.

  6. Tanıl Bora, Taşraya Bakmak, İletişim Yayınları, İstanbul, 2005, s. 46.  Tanıl Bora’nın altıntı yaptığı kitap için bkz. Mustafa Kutlu, Akasya ve Mandolin, Dergâh Yayınları, 1999.

  7. Ahmet Çiğdem’in denemesi Taşraya Bakmak kitabında “Taşra Karalaması” başlığıyla yer almaktadır. “Ne ölüyüm, ne sağım” ifadesi için bkz. Yusuf Atılgan, Anayurt Oteli, Can Yayınları, 2022.

  8. Mark Fisher, Kapitalist Gerçekçilik: Başka Alternatif Yok Mu?, çev. Gül Çağalı Güven, Habitus Kitap, İstanbul, 2011, s. 88.

  9. Michael Hardt ve Antonio Negri, Ortak Zenginlik, çev. Efa-Barış Yıldırım, Ayrıntı, 2011.

  10. Bu terimi David Graeber’in ve Ernst Bloch’un kitaplarından aldığımız ilhamla oluşturduk. Bkz. David Graeber, Tersine Devrimler, çev. Aslı Esen, Everest Yayıncılık, İstanbul ve Ernst Bloch, Umut İlkesi Cilt 1, çev. Tanıl Bora, İletişimYayınları, İstanbul, 2007.

  11. Yaşar Kemal, İnce Memed 1, Yapı Kredi Yayınları, 2004.

  12. Polat Onat’ın 2013 yılında yazdığı mektuba ulaşmak için bkz. https://www.artfulliving.com.tr/edebiyat/su-katilmamis-tasrali-i-15651.

  13. Umutsuzluk mekanizması kavramı David Graeber ile yapılan bir söyleşiden alınmıştır. Detaylar için bkz. https://birartibir.org/sistemin-ahlaki-ahlakin-sistemi/

Comments are closed.

Close Search Window